Abdulkadir Donuk öldü! Tarihçi Abdülkadir Donuk kimdir? Devlet Bahçeli’den taziye mesajı…

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk hayatını kaybetti. Doğu Türkistan araştırmaları ile tanınan Donuk’un cenaze töreni 25 Ağustos günü öğle namazına müteakip Fatih Camiinden kaldırılacak. Abdulkadir Donuk öldü! Tarihçi Abdülkadir Donuk kimdir? Devlet Bahçeli'den taziye mesajı...

Abdülkadir Donuk kimdir?

Doğu Türkistan araştırmaları ile bilinen Türk tarihçiliğinin efsane isimlerinden Prof. Dr. Abdülkadir Donuk hastalık nedeniyle vefat etti. Donuk’un cenaze töreni 25 Ağustos günü öğle namazına müteakip Fatih Camiinden kaldırılacak. Donuk, vasiyeti üzerine Cuma günü Adana Sağkaya köyünde toprağa verilecek.

Tarih Abdülkadir Donuk

Genel Türk tarihçiliğinin efsane hocalarından Prof. Dr. Abdülkadir Donuk, Doğu Türkistan mücadelesinin samimi destekçisi ve Doğu Türkistan ile ilgili çok sayıda tez çalışması ile Türkiye’de yaşayan Doğu Türkistanlılar için önemli isimlerin başında geliyor. Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde öğretim üyesi ve Dünya Uygur Kurultayı Sözcüsü Prof. Dr. Erkin Emet Prof. Dr. Abdülkadir Donuk'un vefatına ilişkin yaptığı açıklamada şunları kaydetti:

Doğu Türkistan mücadelesinde yer aldı

“Abdülkadir Donuk, öğrencilik zamanlarından itibaren İsa Yusuf Alptekin gibi Doğu Türkistan mücadelesinde tanınmış isimlerden istifade etmiş, İsa Yusuf Alptekin’in kurduğu Doğu Türkistan Vakfına üye olmuş, Avrupa, Orta Doğu ve Türkiye’de uluslararası toplantılara katılarak Doğu Türkistan’ın Türkiye’de tanınmasına öncülük etmiştir. İlerleyen zamanlarda öğrencilerinden Prof. Dr. Ahmet Taşağıl, Dr. Ömer Kul gibi bu alanda yetişmiş bir çok akademisyene Doğu Türkistan ile ilgili tez hazırlamaları konusunda öncülük etmiştir. Doğu Türkistan ile ilgili yaptığımız bütün toplantı, sempozyum ve konferanslara aktif olarak katılmıştı. Doğu Türkistan mücadelemizin en samimi destekçilerinden biri idi.”

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk kimdir?

Abdülkadir Donuk 1948 yılında Adana’nın Ceyhan ilçesinde dünyaya geldi. Donuk lisans eğitimini 1972 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde tamamladı. Donuk daha sonra Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun yanında doktora çalışmalarına başladı. 1974 yılında asistan, 1978 yılında asistan doktor, 1983’de doçent, 1988’de de profesör olan Donuk, 1980-81’de Amerika’ya giderek Columbia Üniversitesi’nde 6 ay çalıştı. Donuk, uzun yıllar İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı Başkanı olarak görev yaptı.

Abdulkadir Donuk'un eserleri

TÜRLÜK MİCAHİDİ İSA YUSUF ALPTEKİN İSTİKLAL UĞRUNA CAN VEREN MEHMED EMİN’İN MÜBAREK KANININ AKTIĞI YER: ÇANAKKALE KAŞGARLI MAHMUTLAR ÖLMEZ TÜRKLER’DE VATAN SEVGİSİ

Devlet Bahçeli'den Abdülkadir Donuk'a başsağlığı

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, sosyal medya hesabından hayatını kaybeden Prof. Dr. Abdülkadir Donuk'un ailesine ve sevenlerine başsağlığı dileklerinde bulundu. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, hayatını kaybeden Prof. Dr. Abdülkadir Donuk için bir taziye mesajı yayımladı. Bahçeli, Twitter hesabından paylaştığı mesajında “Genel Türk Tarihi alanında müstesna eserlere imza atan, akademik çalışmalarını vatan ve millet sevgisiyle perçinleyen Prof. Dr. Abdülkadir Donuk Hocamızın vefatından ziyadesiyle üzüntü duydum. Merhum Hocamız, tarihimize şuurla ışık tutmuş, pek çok gencimizi yetiştirmiştir. https://twitter.com/dbdevletbahceli/status/1562723044186935297?s=20&t=HMmm2nxNaYaJ2cm6eTSxCQ Ebediyete irtihal eden Prof. Dr. Abdülkadir Donuk Hocamıza Cenab-ı Allah’tan rahmetler niyaz ediyor, mekanı cennet olsun diyorum. Ailesine, sevenlerine, öğrencilerine ve üniversite camiasına başsağlığı dileklerimi iletiyorum." dedi.

Öğrencisi Abdulkadir Donuk'u anlattı

Öğrencisi Doç. Dr. Kürşat Yıldırım hocası Abdulkadir Donuk'u "Merhum Donuk Hocam Selçuklu Tarihine ayrı bir önem verirdi; çünkü Kafesoğlu'nun ilk çalışmaları bu yöndeydi. Üstelik, bütün Türk tarihi bir yana, Selçuklu tarihi bir yana idi Hocam için. Türklüğün teminatı Türkiye idi. Burayı bize tam olarak vatan kılan ise Selçuklular idi. 2013 yılıydı. "Açılım" başlamıştı, biraz sonra 2014'te bununla ilgili kanun bile çıkacaktı. Hocam o günlerde beni çağırdı. Çok sinirliydi, hemen anladım. "Kafesoğlu'nun Selçuklular ile ilgili herşeyini yayınlayalım, topla!" diye emretti. Ben derhal çalışmaya başladım. Kendi adıma benim için ayrı bir okul oldu. Bunun üç kitabı hazır oldu. İlki "Selçuklular ve Selçuklu Tarihi Üzerine Araştırmalar", ikincisi Kafesoğlu'nun doktora tezi "Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmpatotorluğu", üçüncüsü doçentlik tezi "Harezmşahlar". İlk ikisi yayınlandı Ötüken Yayınevi'nden. Merhum Hocam lütfedip iki kitabın da önsözünde bana teşekkür etti. Üçüncü kitap ise Türk Tarih Kurumu engeline takıldı ama yakında çıkacak inşallah. Bu vatanı Türk yapan Selçuklular ile ilgili Kafesoğlu ne gerekiyorsa yazdı, sonra ise Türkistan'a yönelip köklerimize indi. Bu vesileyle Kafesoğlu'na ve Donuk Hocama Allah'tan rahmetler diliyorum, mekanları cennet olsun...
Muhterem Hocam Prof. Dr. Abdülkadir Donuk’un vefat haberini aldığımda henüz Moğolistan’daydım. Cenazeye yetişmem mümkün olmadı, maalesef İstanbul’a haftada üç gün uçuş var. Bu bakımdan çok üzgünüm. Bol bol dua ettim. Allah mekanını cennet eylesin. Sevgili Hocam…
İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak atandığım 2009’dan Hocamın 2015’teki emekliliğine kadar asistanlığını yaptım. Onun son asistanıydım. İlk asistanı ise Ali Ahmetbeyoğlu Hocamız idi. Beni Hocam aldı, yetiştirdi. Yüksek lisans ve doktora tezlerimi O’nun yanında yazdım. Doktora cüppemi de O giydirdi. Benim için en büyük onurlardan biridir.
Asistanlık sınavını kazandığım gün beni odasına çağırdı. 317 numaraya. İbrahim Kafesoğlu’nun odasında, O’nun oturduğu tarafta otururdu. “Günde kaç saat uyuyorsun?” diye sorunca, “7-8 saat cevabını vermiştim”. Bundan sonra Türk milleti için günde 6 saat uyuyacaksın, yetmezse 4 saat” dedi. Bu emrini hep yerine getirmeye çalıştım.
6 yıl hocamın dizinde oturdum. Hoca klasik tarihçiler kuşağının son temsilcilerindendi, onun yanında klasik bir tarih asistanı olmaya çalıştım. Hoca gelmeden gelip, hoca çıktıktan sonra çıkmaya çalıştım. Asistanlığını yaptığım dönemde bir kez olsun kalbimi kırmadı. Sinirlendiği olmuştur, toyluğumuzun getirdiği işler vardı, ama bunu bana hiçbir zaman yansıtmayıp sürekli öğütler verdi. Yüz ifadesi ve ses tonundan hemen anlar, kendime çeki düzen verirdim. Koridorda sesini duyar duymaz kapıya fırlar karşılardım. Beni Zeki Velidi Togan’ın odası olan 318 numaraya oturtmuştu. Hoca gelirken kapısını açar, giderken kilitlerdim. Ama hoca o kadar inceydi ki, kapısını kendisi kilitlemeye çalışırdı.
Hocam için Zeki Velidi Togan ve İbrahim Kafesoğlu denilince dünya değişirdi. Hele Kafesoğlu. Onun dünyasıydı. Bütün ömrü boyunca O’nu anar, O’na dua ederdi. Bir husus söz konusu olunca, önce “Kafesoğlu ne demiş” diye düşünürdü. Kafesoğlu’nu hadsiz bir şekilde eleştirmeye kalkanlara ise çok kızardı, Kafesoğlu’nun mertebesinin yakınından geçemeyen bu tür kişilere tahammül edemezdi. Bir gün bir yazı götürdüm, “Hocam, bakın Kafesoğlu için böyle yazmış” diye. Eline aldı, şöyle bir baktı. Hocada doğuştan çok hızlıca okuyup anlama kabiliyeti vardı. Fotokopiyi masasının üzerine fırlatıp bir küfretti. Ben bundan “yel kayadan ne aparır ki” anlamıştım.
Hocam yüksek lisans ve doktora tezimin yazımı esnasında beni yönlendirdi sürekli. Tezimle ilgili Çin’e ve Doğu Türkistan’a gidip araştırmalar yapmam için sürekli teşvik ediyordu. O taraftan her dönüşümde bana uzun uzun anlattırır, çektiğim resimlere duygulu gözlerle bakardı. Bir gün “al şu benim bir gözümü de oralara, gezdir getir” demişti. Odadan çıkınca gözyaşlarım boşalmıştı. Hoca Kaşgar’ı bu dünya gözüyle görmek istiyordu. Nasip olmadı. Ruhu oralarda göğe yükselir inşallah.
Hocam müthiş bir tarih metoduna sahipti. O’na göre bir tarih görüşü veya bir tarih bilgisi öncelikle mantığa ve hayatın akışına uygun olacaktı. Tarih kaynağa dayanmalıydı. Eski Türk tarihiyle ilgili “teori salataları”na gülüp geçerdi, “madem öyle, tek bir ana kaynak göstersin” derdi.
O’nun için Müslümanlık hiçbir şekilde, hiçbir bağlamda tartışılamazdı. Söz söyleyenin alnını karışlardı. Sürekli Allahü teâlâya hamdü sena, Hz. Peygamber Efendimize salavat getirirdi. Beş vakit namazını kılardı, ama bunu hiç kimseye belli etmezdi. Abdestini alır, güzelce kurulanır, gömlek yenini indirir ve ceketini giyerek çıkardı abdesthaneden. Dışarıdan bakan onun abdest almış olduğunu anlamazdı. Namazlarını tam vaktinde kılardı. Beni bile odada tutmaz, üstelik namaz kılacağını bile zikretmeden “bana bir on dakika müsaade et” der, kapısını kilitlerdi. Öğrencilerinin çoğunun O’nun namaz kıldığını bile bilmediklerini bilirdim. Ramazan aylarında orucunu tam tutardı, ama koridorda veya sınıfta yiyip içenlere karşı imalı bir bakış attığına dahi şahit olmadım. Kur’an-ı Kerim okurdu. Ezberlediği ayetler ve hadisler vardı. Tespih çekerdi, zikir yapardı, ama kimse bunu görmezdi. İki kez hacca gitmişti, bunu da kimseye söylemezdi.
Türklükten ödün vermezdi. Türklük onun için hayat meselesiydi. Atatürk’e rahmet okurdu daima. “Bayrağımızı, ezanımızı O’na borçluyuz” derdi. Alparslan Türkeş O’nun için Türklüğün bir başka dirilticisiydi. “Türkeş ile o kadar baş başa görüştüm, hiç resmim yok” diye hayıflanıp dururdu. Sonra ben O’nun Türkeş’in yanında olduğu toplu bir resmi bir vesileyle bulup gösterince çocuk gibi sevinmişti. Bunu fotoğrafçıda kestirip çerçeveletmiş, kendisine hediye etmiştim. Türkeş’in hapisten çıktıktan sonra artık merhum olan Kafesoğlu’nun evine gerçekleştirdiği taziye ziyaretindendi. “Laiklik” adına İslam’a hücum edenlere ve “İslam” adına Türklüğe soğuk duranlara kızardı. Türklüğü ve İslam’ı birbirinden ayırmanın imkansızlığından bahsederdi. 1960’lardan beri Ülkücü hareketin önde gelen isimlerinden biriydi. Ama bunu hiç kimseye yansıtmazdı. Her görüşten öğrencisi ve arkadaşı O’nun “taş gibi” bir Ülkücü olduğunu bilerek sevip sayardı. Ülkücü hareket için Ocak Ocak gezip seminer vermiştir. Bununla da kalmayıp Türk’ü anlatacağı her yere koşmuştur. Bir gün bana “oğlum, Türk’ü anlatacağın her yere koş! Bir kişi de Türklük öğrense en büyük hizmettir” demişti. Bunu unutmam mümkün değil.
Hocam temiz ve güzel giyinirdi. Ceket, gömlek, pantolon ve ayakkabı uyumu vardı. Dersleri olduğunda mutlaka kravat takardı. Tıraşsız hiç görmedim. Bana da asistan olduğum ilk günlerde, “buraya tıraşlı, takımlı, kravatlı gel” diye tembihlemişti. Buna hep uymaya çalıştım. Koridorda derse giderken takımsız-kravatsız olduğu gördüğü, nazı geçen hocalarımızı uyarırdı. “Öğrencinin karşısına kravatsız çıkılmaz” derdi. Bir sempozyumun kapanış oturumunda, bir önceki oturumda gördüğü birini kastederek “tişörtler bildiri sunulmaz” diye çıkışmıştı.
Çok sağlıklı beslenirdi. Midesi biraz hassas olduğu için çayı az ve açık içerdi. Öğle yemeklerini profesörler evinde yerdi. Çoğu kez beni de götürürdü. Oraya yürüyerek gidip gelirken ve yemekte yaptığı sohbetler ayrı bir eğitim olmuştu benim için. Salatadaki kırmızı lahana turşusu gibi şeyleri kendisine dokunduğundan bana verirdi. Tatlıyı severdi ama kilo yaptığını söyleyip dururdu. Bir gün bir vesileyle Taksim’den geçerken “gel kebap yiyelim, bizim hemşerilerin yeri var” diye beni bir ocakbaşına götürmüştü. Öğle vaktiydi. Hocam Adanalıydı. Dumanlar tezgahtan yükselince, “bizim Adana’da her sokak böyledir, oturursun, dumandan göz gözü görmez” diye memleket özlemini dile getirmişti. Ciğeri getiren çocuk “abi ne içersin, rakı?” deyince hoca “su” dedi, bana bakıp güldü ama devamını getirmedi. Belki de “rakıcıya mı benziyorum?” diyecekti. Hocam içki içmez, sigara çekmezdi. Kilolu biri de değildi. Salgın dönemine kadar Yusufpaşa’da Çarşamba akşamları 6’daki halısaha maçlarına aksatmadan gelirdi. Bir gün hoca çıktıktan sonra kapıyı kilitleyip bir sigara yaktım odamda. Birden kapı çaldı. “Kürşat!”. Bir şey için geri dönmüş. Hemen söndürüp, dumanı dağıtmaya çalıştıktan sonra kapıyı açtım. Başım öndeydi. Hocamın sigaraya kızdığını biliyordum. Kesinlikle bağırıp çağırmadı, “ben de içtim bu illeti, içme!” dedi sadece.
Hocam oldukça nazik, samimi biriydi. Hiç tanımadığı biriyle bile kolayca iletişim kurardı. Çok güzel Türkçe konuşurdu. Tam bir İstanbul Beyefendisiydi. Kız çocuklarına karşı çok hassastı. Bilhassa onların başörtüsü zulmüne uğradığı zamanlarda üniversitede onları açıkça koruyup kollayan az sayıdaki hocadan biriydi. Bir kız öğrenci sorununu anlatmaya gelirse ben O’nun masadaki bir omuz duruşuyla mesajı alır hemen odadan çıkardım. Notu boldu. Bana bir gün şöyle dedi: “Madem bu talebe geçecek, 80 almış, ver 90!”.
2010’da Elvin Hoca ile evlenirken, “nikah şahidim olur musunuz hocam?” deyince, keyifle bir gülmüştü. Çok mutlu olmuştu. “Gelin de bizim, damat da bizim” demişti. Ama O’nun keyfinde başka bir şey vardı. Az sonra bana anlattı. Hocası Kafesoğlu’ndan gizli evlenmiş. O zamanlar asistanlar gizlice evlenirmiş. Hocaları doktorayı bitirene kadar müsaade etmezlermiş. “Şimdi zaman değişti, evlen oğlum” dedi. Bizim iki nikah şahidimiz vardı. Biri Ahsen Batur, diğeri Abdülkadir Donuk. İkisi de son iki ayda rahmetli oldu. Galiba biz de yaşlanıyoruz.
Asistan olduğum ilk birkaç ay, sürekli hocanın yanında geziyordum. O’nunla birlikte derslerine de giriyordum. Derse beraber yürüyor, odaya geri geliyordum. Sürekli uygun adım yürüyen, tıraşlı, ceket-kravatlı, önü ilikli biriydim. Sonra bazı öğrenciler arasında Hocama devlet tarafından gönderilen bir koruma olduğuma dair söylenti çıkmış. Bunun aslı da var elbette. Hocam zamanında terör örgütleri tarafından tehdit edilmişti. Bu yüzden silah taşıma ruhsatı sahibiydi. İki kez onunla 5 yıllık ruhsatı uzatmak üzere emniyet müdürlüğüne gitmiştik beraber. İlk aylar hocamın böyle yanında gezmem ise hoşuna gidiyordu bence. Ben de 61 yaşına gelsem, yanımda 26-27 yaşında çakı gibi, asker yürüyüşlü biriyle gezmekten enerji alırdım açıkçası. Yakın zamanlarda bir öğrencimiz de “hocam biz, siz kapıya adınızı “araştırma görevlisi” olarak asana kadar biz sizi koruma zannediyorduk” dedi. Ben odama adımı yazmamıştım. Kimdim ki? Zeki Velidi Togan’ın odası. Hocam bir gün çağırıp odaya “isimlik astır” diye emir verdi de öyle yazıldı. Bir gün 318 numarada bilgisayar başında yorgunluktan uyuya kalmışım. Akşam 6. Kapılar açık. Fakültede kimse yok. Hoca çıkmadığı için çıkmıyorum. “Kürşat!”. Bir irkildim, koridora koştum, Hocam da kapının önüne gelmiş meğerse. Bense sersemlik var. Çarpıştık. Benim bu ataklığım O’nun hep hoşuna gidiyordu. Bir gün, bir vakfa bir iş için beni gönderecekti. Telefondakine “benim bir cevval asistanım var, Kürşat, birazdan yanında olacak” diye gururla söylemişti. Hocamın o edasının unutamam.
Hocamın teknolojiyle arası pek iyi değildi. Bütün emailleriyle ben ilgileniyordu. Bütün kısa mesajlarına da ben cevap yazıyordum. Hocam bir gün elime fatura verdi yatırmam için. Ben gittim, çok kuyruk vardı, geri gelmem akşamı bulurdu. “Hocam, internetten yatırabiliriz” dedim. Önce inanmadı. Halbuki daha önce de söyleyenler olmuş. Hatta “hocam otomatik ödeme talimatı verelim” dedim. O kadar şaşırdı ki. Yıllardır bundan mustaripmiş. Yine bir gün hocam ile bir gazete mülakat yapmıştı. Hocam bütün yazılarını elle yazardı. Ben word’e geçirirdim bilgisayarda. Hocam bana “çıktı al” dedi. Aldım. “Al bunu, Levent’te filan yere götür” dedi. “Hocam emaille gönderebiliriz isterseniz” dedi. “Olur mu?”. “Olur Hocam”. Karşı tarafın telefonunu aldım, aradım, adresi alıp gönderdim. Birkaç dakika sonra “tamam hocam, gitti” dedim. Şaşırdı. Aradı, teyit aldı, şaşkınlıkla telefonu kapattı. “Bir keresinde Kafesoğlu beni Küçükyalı’ya gönderdi bir yazı için, bir gün tutmuştu” dedi. Hocam emekli olana kadar faks makinesini kullandı. Bunun için ayrı bir telefon hattı çektirmişti. Faks onun için en sağlam yazılı haberleşmeydi. Ona bazıları yazı göndermek istediğinde faks göndermesini isterdi. Karşı taraf word’de yazdığı yazıyı çıktı alır, hocaya faks çekerdi. Hoca ise faksı alır, çoğu kez bana yine word’de yazdırırdı. Üstelik faks çıktısı bazen silik olur, okunmazdı. Bunu uzun zaman anlayamadı. Bir gün birlikte katıldığımız bir çalıştayda (Avrasya Bir Vakfı’nda) hocanın konuşmasını deşifre ettiler. Ben Allah’tan göndereni tanıyordum, aradım, “benim maile gönder” dedim. Hocaya da öyle söylemiş gönderen. “Asistanınızın mailine gönderiyoruz, çıktı alacak” diye. Yazı bir türlü gelmedi. Hoca odaya girdi. “Hani, gelmedi?”. “Hocam, birazdan gelir, henüz göndermemişlerdir”. “Ali’nin bilgisayarından çıkar mı?”. Dediği Ali Ahmetbeyoğlu hocamızın bilgisayarı. Ama arada “faks ne iyiydi, hemen geliyordu” bakışı attı. Allah’tan çok geçmeden yazı geldi. Emekli olana kadar Hocamın internet bankacığını ben yönetiyordum. Maaş yattıktan sonra gelirdi, benim bilgisayarda açardık, faturalar, eft, giderler, harcamalar vb. kontrol ederdik. Sürekli önceden bekledikleri maaş kuyruğundan, oradan sağa sola ödemeler için koşuşturmalarından bahsederdi. Hocam doçentlik, kadro atama raporlarını da elle yazardı. Ben word’e geçirirdim. Bu bile benim için ayrı bir okul oldu. Onun değerlendirmeleri, itirazları, katkıları, tavsiyeleri vb. hepsi birer ders gibiydi. Bunlar hâlâ fakülte bilgisayarımda durur.
Hocamın müezzin ve imamlarla özel bir muhabbeti vardı. Birçok caminin bu görevlileriyle dostluk kurmuştu. Beyazıt’taki Kaptan-ı Derya Basmacızade İbrahim Paşa Camii’nin imamıyla münasebetinin yakın şahidiydim. Hocam kıraatten lezzet alırdı. Bir de hutbe üslubuna dikkat ederdi. Hatırladığım iki kez bu imam efendinin arkasında birlikte Cuma namazı kıldık. Namazlardan sonra Hocam ve imam efendi ile yemeğe gittik. Hocamın imamlara saygısı büyüktü. Dini sorular sorar, dikkatle dinlerdi.
Hocam emekli olurken o kadar çok üzülmüş ve boşluğa düşmüştüm ki. Onun odalarda, koridorda sesi kaybolunca birçok şeyi yitirdiğimi anlamıştım. Hocamın bütün diplomalarının aslıları bile hâlâ bende duruyor, “sende dursun” demişti. Dün akşam O’nun şimdi Bilge Kağan ile konuştuğunu bildiğim Ötüken’den döndüğümde ilk bu aklıma geldi. Ruhun şad olsun canım Hocam…" ifadelerini kullandı.